Babamın Ölümü


I.

. Merhumu nasıl bilirdiniz?
. Nasıl bilelim, yorgun biraz, içerde yatıyor şimdi. Biraz önce su içti, şimdi uyuyor olabilir.

Babamın hangi gün öldüğünü bilmiyorum. Tek bildiğim, babam öldüğünde yaşıyordu.

Hani o mezar taşlarında merhumların bir doğum ve bir de ölüm günü yazar ya; babamı düşündüğümde görüyorum ki her iki tarih de muğlak...

Doğum gününün şüpheli olması aslında hiç de hayret edilecek bir şey değil. Karadeniz köylerinde 50'lerde ve öncesinde doğan çocukların doğum günü o kadar da önemli değil ki kaydedesin. Öncelikle ölecek mi yoksa yaşayacak mı ona bir bakılır. Sonra yaşadıysa, kendisinden önce çocukken ölen ve hala nüfusa haber verilmemiş bir abisi veya ablası da yoksa, kendi adıyla bir nüfus almaya hak kazanır. Artık askere erken gitmesin diyerek küçük de yazdırılabilir, nüfus memurunun insafına da bırakılabilir. 

Lakin, büyük olasılıkla belirli bir tarih yoktur. Zemherinin bastırdığı o aylardaki karanlık günlerden birinde veya fındıklar toplanmadan az önce doğmuş olabilir bir çocuk. Ama o Romalıların fazlasıyla belirli güneş takvimine ya da bir başka versiyonu olan İslam'ın ay takvimine elbette uymak zorunda değildir. Çünkü atalarımız, rahmetli dedemin de sık sık dediği gibi, Kazakistan'dan gelmiş, yerleşik hayat ve düzenle sıkıntısı olan, ve bir de yılları sayıyla değil hayvan isimleriyle sayan Şamanlardır.

Babamın doğum tarihi her ne kadar belirsiz olsa da, aslında kendisiyle değil, içine doğduğu coğrafyaya ait bir belirsizlikten nasibini almıştı. O ise, bu konuyla ne kadar alakası var bilmiyorum ama, hayatta belirsizlikten hep nefret etti. Ve kaderin cilvesi bu ya, ölüm tarihini de çok net bilebildiğimizi söyleyemeyeceğim. Yatalak, vücudundaki kırmızı kaslarının hemen hemen hiçbirini kontrol edemeyen, konuşması az anlaşılan ve altı bağlanan bir adamın hayata tutunmasının zor olduğunu biliyorum. Ama babam, bu durumu çok zor yaşadı. Sanki ben çok daha kolay yaşardım gibi. Belki de yaşamazdım, bilmiyorum.

Hayatını büyük bir inat ve mücadele içinde yaşamış, kendi inandıkları için sonuna kadar savaşmış bir adamdan bahsediyoruz. Böyle hikayesi olan çok adam var malum, hem Anadolu'da hem de dünyada sevilen bir hikaye köyden çıkıp büyük(!) adam olmak. Babamın da hikayesi biraz böyle ve dediğim gibi içinde bolca mücadele ve inat var. Ailesinde okumuş kimse yokken, köyden çıkıp doktor olabilmesinin ardında var mesela. Aldığı hemen her görevi zorluğuna bakmadan bin bir titizlikle yerine getirmesinde, fakirlere yardım etmek için mesai dışı saatlerde bile ev ev gezip muayene etmesinde, evi arayıp tehdit eden siyasetçilere karşı dürüstlüğünden ödün vermeyip tek başına kafa tutmasında, elinin kalem tuttuğu son güne kadar - ve hatta titrerken bile - renkli kalemlerle çizdiği bültenlerle at yarışı oynamasında bu mücadeleci ruhun ve inadın büyük etkisi olduğunu söyleyebilirim.

Böyle adamların, takdir edersiniz ki, kendilerinin istemediği bir şeyi kabul etmeleri çok kolay değil. Babam da, hastalığını uzun süre kabul etmedi. İlk teşhis öyle çok da kesin değildi zaten. Özetle, "a da olabilir b de olabilir ama çaresi yok." dedi doktorlar. Babamsa hem doktorlara kızdı, hem de annem başta olmak üzere evin altını üstüne getirdi. Ne huzur kaldı ne de mutluluk hanemizde. Çünkü her yer yanmalıydı eğer ki babam zor durumdaysa. 

Babama bu dönemde çok sinirlendim. Elbette çok üzgün olabilirdi, ama bu kadar bencil olmaya hakkı yoktu. Oysaki inkar ve öfke, depresyonun ilk adımlarıydı. Böylesine inatçı ve mücadeleci bir adam da, bu ilk iki adımın hakkını sonuna kadar verdi. Ama keşke o kabullenme aşamasına geçmeseydi. Babam işte bu aşamada, tam tarihini bilemediğim, son bir yıl içinde olduğunu tahmin ettiğim bir yerlerde öldü.

II.

. Doğru mu yanlış mı bilmem ama iyi ki İslam var. Yoksa bu kadar bilinmeyenin içinde insan akıl sağlığını nasıl koruyabilir?
. Akıl sağlığın sana kalsın, bana benim karanlığım yeter, çünkü o benim.

Ölmeden önce insanlar, genel olarak dünyevi olandan sıyrılıp ulu ve kutsal olana yönelir, gerçek olan veya olmasını istedikleri bir huzura erişirler. Babamın din konusundaki temelini ve ailesinin muhafazakarlığını düşününce, hep bu şekilde bir yol izleyeceğini, namaza başlayacağını, Kuran okuyacağını filan düşünürdüm. Kuran okumayı, latin harflerini okumadan önce öğrenen, dedesi etrafın önemli bir hocası olan, babası "Refah Partisi'nden başkasına oy veren Müslüman değildir." diyen, Ramazanlarda orucu eksiksiz tutan bir adamdan da ancak bu beklenirdi çünkü. Hem bir keresinde bana "Bir doktor olarak söylüyorum, evrim diye bir şey yoktur." bile demişti. 

Ailesine hayatta ne kadar karşı çıktıysa ve onları aslında hep kendinden bir şekilde uzaklaştırdıysa, İslam'a karşı tavrında da, ailesiyle olan mesafesini korudu. Önceleri bir isyanla başladı. "Bir sürü düzenbaz kul hakkı yiyen sapasağlam ayakta, ben bu haldeyim. Ben ne yaptım, bu adalet mi?" diye sordu. Bu soruyu sormak bile aslında pek rastlayabileceğimiz bir davranış değil kabul edersiniz ki. İslam'a göre günah olması ve Allah'a bir başkaldırı olması da cabası. Ama en azından kendi içinde tutarlıydı. İslam'la yollarını ayırdı. Bu konuda oldukça da netti, hiç tereddüt etmedi sonrasında.

Bunu bu kadar detaylı anlatmamın sebebi ne biliyor musunuz, son derece muhafazakar bir ortamda yetişmiş, bütün doğruları ve ölüm sonrasına dair bildikleri İslam'la bezenmiş birinin, hem de bir gözü toprağa bakarken İslam'dan vazgeçmesinin ne demek olduğunu biraz anlayabilmenizi istiyorum. Belki de, ona bu haksızlığı yapan Allah'a o kadar sinirlenmişti ki, onun vadettiği cenneti reddederek onunla en harbisinden kavga ediyordu. Ona yapabileceği en güçlü şey buydu çünkü. 

Bütün bunlar, doğal olarak içindeki huzursuzluğu arttırdı. Zaten babam hakkında emin olduğum konulardan biri de dünyaya huzur için gelmediğiydi. Aramadığı için hiç de bulmadı doğal olarak. Hasta olduktan sonra her nasılsın sorusuna net ve kesin bir biçimde "iyi değil" diye cevap verdi. Kimseden de saklamadı.

Oğlanın babasına olan benzerliğinin, tarih boyunca ne kadar çok tartışıldığı ortada ve buna çok da girmeye niyetim yok. Babamın kendi babasına benzerliği ise, fiziksel kısmı bir tarafa koyarsak, oldukça tartışılır. Büyük adam olmayı istemelerinin dışında çok da ortak bir nokta bulamıyorum. Yani, bu da az sayılmaz tabi, ama genel hayat görüşü açısından oldukça farklıydılar. Diğer taraftan, dedemin babamdan çok daha uzun bir sağlıklı ömrü olsa da, ölmeye yakın yaşadıkları çok benzerdi. 

Dedemin çoğu gidik aklıyla anlattığı süvari hikayeleri ve Alman sevgililerini bir tarafa koyarsak, bir keresinde "Nasılsın dedecim?" diye sorduğumda, battaniyeyi boynuna doğru çekerken "Allah canımı alsa da kurtulsam" dediğini hiç unutmuyorum. Ölmeyi istemek ve Allah'ı veya Azrail'i beklemek diye bir yer vardı demek ki inananlar için, dedem de orada bekliyordu. Babam da aynı yerde olsa da, bu durumu da Allah'a karşı takındığı tavır sebebiyle daha "rasyonel" ele almalıydı. Bir keresinde, babam yatıyordu ve ben yan tarafında oturuyordum. Hiçbir şey konuşmuyorduk çünkü babamın kafası doluydu. O sırada sağına doğru dönerken bana "Bizde cesaret yok kendimizi öldüremeyiz" dedi. Basit kelimelerin kocaman anlamları var gerçekten.

 III.

. Coğrafya kader midir peki?
. Onu bilmem de ölüm korkusu kaderdir, hele inanmazsan bir de.

İnsanlara ölmeden önce son istekleri sorulur. Bu çok büyük bir gelenektir malum. Babamın da, tam olarak böyle düşünmesek de, ölmeden son bir kez Ordu'ya gitme isteği vardı. Sonuçta memleket diye bir şey var. Halam o sıralarda babamı bolca arıyor ve babamı Ordu'ya götürmek istediğinden bahsediyordu. Ben de karşı çıkıyordum. O halde hem gitmesi çok zordu, hem de babam Ordu'ya giderse oradakilere sürekli annemi kötüleyeceğinden annemin moralinin iyice bozulacağından korkuyordum. Sonunda biraz halamın ısrarı biraz da annemin de babamın gitmesi gerektiğini düşünmesinden ötürü Ordu'ya seyahat planı yapıldı.

O seyahat oldukça iyi geçti. Evde her zaman onlarca ziyaretçisi oldu babamın. Hayatlarına dokunduğu eş dost akraba evi doldurdular. Babama çok büyük moral olmuştu. Anneme de iyi gelmişti hem de. Ben de çok şaşırmış ve mutlu olmuştum. Bu mutlu seyahat, babam için en büyük düşüşlerden birinin gerçekleşmesini sağladı. Babam birkaç hafta içerisinde, hiç olmadığı kadar büyük bir hızla kötüleşti. 

Bundan sonra kısa sürede bir sürü travma yaşadık. Ben de bir kısmını babamla birlikte yaşadım. Örneğin tuvalete gitmek yerine ördeğe küçüğünü lazımlığına büyüğünü yapmayı önce kabul etmedi, sonra mecbur kaldı ve alıştı. İlk lazımlığa tuvaletini yaptıktan sonra ağladığını gördüm. Sonra altı bağlanırken yardımcı kadından önce utandı ve sonra onu da kabul etti. İnsanın çok utandığı bir şeye razı olmak zorunda kalması nasıl da kötü bir şey.

Bütün bu olaylar sırasında, babam doğru düzgün konuşamamasına ve yatakta doğru düzgün yön bile değiştirememesine rağmen eve o kadar çok huzursuzluk yayıyordu ki, annemin haline mi babamın haline mi üzülsek bilemedik. Bir insan anneyle baba arasında birine daha çok üzülecek olsa, herhalde annesine daha çok üzülür. En azından ben öyle yaptım. Babamın bütün bu isyanını bencilliğine yordum. 

Bu sırada babamı çok büyük bir ölüm korkusu sardı. Gideceği bir cenneti de yoktu ki dedem gibi beklesin. Ve içinde biriken tüm huzursuzluğu dışarı kustu. En çok da en yakınındakine, anneme. Annemse sürekli babam için bir şeyler yapıp karşılığında babamdan hakaretten başka pek bir şey işitmediğinden, iyice depresifleşti.

Uzun lafın kısası, bu seyahatin ardından oldukça zor zamanlar, son beş yılın en zor zamanları olacak şekilde daha da zorlaştı bizim için. Kendi kendime, neden benim ailem böyle diye çok sordum. Bir cevabı yoktu. Niye olsundu ki... Bir taraftan da, annemle babamın yanında yeterince olamadığımdan vicdan azabı çektim hep içten içe.

Sonrasında babamın ilaç tedavisini değiştirerek iyice uyuşmasını sağladık doktorlarla birlikte. Böylece hem babam biraz daha huzur bulacaktı, hem annem, hem de biz.

Bu tedaviden biraz önce midir sonra mıdır bilmiyorum, buralarda bir yerde babam öldü.

 IV.

. Ölen birisine ne anlatabilirsin ki?
. Futbol maçları biraz, biraz siyaset, biraz da olan biten işte.

Babamla hayatım boyunca ciddi anlamda kaç kere konuştum gerçekten bilmiyorum. Niye bunu pek yapmadık onu da bilmiyorum. Ama yapmadık.

Bir keresinde ÖSS yeni açıklanmıştı. Benden doktor olmamı, ama bilim için çalışan bir doktor olmamı istemişti. İnsanlığa katkısı olan. Babamın böyle bir bakış açısı olduğunu hiç düşünmemiştim o zamana kadar. Sonra bir kız meselesi vardı, onu konuşmuştuk. "Daha neler göreceksin oğlum üzülme" dedi. Bu kadar, başka bi' şey demedi. Sonra bir kere İzmir saat kulesinin oralarda yürürken, "Ben senin düşündüklerini düşünebildiğimde otuz yaşımı geçmiştim" dedi. Ben daha on sekiz filandım. Yine çok kısaydı, ne üzerine dediğini bile bilmiyorum. Gururlanmıştım. Onun dışında pek konuşmadık. Bir kere iş kurup batırdığımda "Sen hep kendi düşündüğünü doğru sanıyorsun, hayatta bi' bok olamadın." dedi. Çok etkilenmiştim.

Şu sıralar, kendisiyle iletişimimiz çok sınırlı. Bir ölüyle ne kadar iletişim kurabilirsiniz ki. Siz anlatırsınız o dinler, belki. Anlattığımın onda bir karşılığı var mı yok mu bilmezken, beni ne kadar dinliyor, ne kadar ilgileniyor bilmezken, ona ne anlatabilirim ki? O sırada nasıl öleceğini mi düşünüyor, yoksa tavana bakarak geçmeyen vakti mi... Hala sinirleniyor mu Allah'a, yoksa acaba barışsam ben affeder mi diye mi düşünüyor?

Ne paylaşabilirim ki onla? Eskiden hep başarılı olmamı isterdi ama artık onu da pek umursamıyor. Sarılsan sarılamaz, öpsen öpemez, derdin derdi değil. Sadece yanında olmanı istiyor, senin yakınlarda olduğunu bilmek istiyor, hepsi bu...

Aslında, acı olan da bu değil mi? Zamanımı babamla paylaşmayacak kadar bencilim. Ama o da hep bencil değil miydi? Ben de onun oğluyum işte. Sonuçta ikide birde onun yanına gidemem, benim de bir hayatım var.

Hem de, dediğim gibi, ölen birisine ne anlatabilirsin ki?

Berkin

Ne öyle istiyoruz diye kimsenin "ah"ı tutacak, ne "bu acıların bir karşılığı" olacak kendiliğinden. Bunu bir daha oku; hiç bir şey olmayacak kendiliğinden.

Kimi 'gebersin' diyecek kimi 'devrim şehidimiz' diyecek bi' damla çocuğa. Kendi kutsalına ibadet etmeye devam edeceksin öbürünün kutsalına tükürürken.

Tek hayat var. Rüzgar tek, yağmur tek. Dünya'nın değerleriyle bir hayat kuramayacağız. Çocuklar hep ölecek.

Şiir koysam çok mu şey olur ya blog? Neyse koydum artık.

İstanbul'a yeni taşındığımızda yazmışım. Aralık 2010'da...

Havalar Sular Buralar

Şimdi ben o dünyalara çok uzağım

O dünyalar da bana dünyalar kadar uzak
Şimdi ben geliverdim bilmediğim buralara
Bu aralar buralar ne güzel!
Bu soğuyan hava ne güzel!
Oralarda da soğuyor hava
Bu hava o hava kadar soğuk
O havadan güzel

Havadan sudan konuşuyoruz her gün

Bir kaç saat havadan
Bir kaç saat sudan
"Hava kirleniyor hala akşamları"
"Sular klor kokulu" diyoruz
Sularken birlikte bedenlerimizi, yumuşak
Banyo küçük; ama yumuşak
Elleri yumuşak
Hayat yumuşak
Buralarda

Annem Sinema Öğreniyor

Bu da aşağıdaki kadar sevimli başka bir kısa filmimiz. 2007 yapımı imiş,  simdi öğrendim ben de. Yazılar bitene kadar izleyin :)


Ben o videoyu hiç izlemedim.

Ali İsmail'e vuranlar, vuranları kollayanlar, vuranlara hak verenler. Ali İsmail'e ölümü hak görenler. Avukat olmuş, doktor olmuş, vali olmuş, başbakan olmuş ama insan olamamışlar. Dün polisin destanını amentü gibi ezberlerken, bugün herkesin acısı anlama masalı uyduranlar. İnsanlıktan nasibini alamayanların başını çektiği, bu elini kanla yuğan düzene payanda olan herkes.

Benim sizler için hiç bir umudum yok; güzel yarın düşlerimde hiç birinize yer yok. Ben sizinle konuşamam; size eşitlik, size özgürlük size insanca yaşama hakkı anlatamam. Sizin insanlığınızı her birinin ardına koyduğunuz bütün o öncelikleriniz benim için çok afedersiniz ama s*çtığım b*ktan değersiz. Ne kamu malınızın, ne kamu görevlinizin ne de kamu düzeninizin gözümde bir kıymeti harbiyesi var.


Ben o videoyu hiç izleyemedim. O karanlık sokağa hiç bakamadım.


Sizse şimdi bu coğrafyayı o karanlık sokağa dönüştürmeye çalışıyorsunuz. Sopa sizde çünkü. Abanızın altına saklamaya bile hacet görmeden ayan beyan can alıyorsunuz, adaleti tekmeliyor, insanlığı öldürüyorsunuz.


Şimdi bu yazıyı, "ulan ya bi' gün o yel sizden esmezse, ne olacak o zaman?" falan diye bitiresim vardı. Ama bugün çok yoruldum. Bir çay koyucam şimdi izninizle.


Daha umutlu yazıları sonra yazalım...




Çok güzel mini-belgesel

Bence baştan aşağı çok güzel olmuş. Klasik deyimiyle, tüm emeği geçenlerin eline sağlık.



Muzun patatesten ucuz olduğunu öğrendiğim gün hakkında

'Patates bulamıyorlarsa muz yesinler' - Türkiye Müdürlüğü, 2014 - 

Bugün çok etkilendiğim bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Olay şöyle başladı: Deniz'le pazara gitmeye karar verdik. Öncelikle Paşa meydanındaki Saadet Partisi, AKP ve Kocamustafapaşa Dayanışması eylemlerini gözlemledik. Bir grup genç de belediye başkanını istifaya davet ediyordu.

Saadet Partisi'nin adayı nur yüzlü bir amcaydı. Ayrıca, projeleri arasında hayvan ambulansı da vardı. Bir kediyle yaşadığım için etkilendim. Sonra Belediye Başkanı'nın istifasına destek için imza atıp dayanışma tarafına gittik. (Bu arada üzerimde de 'Accept existence or expect resistence' yazan sweatshirt'üm vardı. Acayip isyankar ve ergendim yani. Tabi pazara gidiyorum o ayrı.) Ardından hemen bir siyasi tahlil yaptım ve şöyle düşüdüm: Meydanların ülkenin gerçek gündemini yansıtabilmesi ne güzel. Darısı Taksim'in başına.

Sonra ara sokaktan pazara girdik. Anarşist ruhlu olma iddiasındaki bir sosyete olduğumdan, uzun süredir pazara gitmediğimi farkettim o sırada.

Pazar kalabalık değildi. Deniz 'çünkü pahalı' dedi ve anne tribiyle her şeyin pahalı olduğunu söylemeye başladı. Ben sebze ve meyve fiyatlarından pek anlamadığımdan, bir kilo sebzeyle kaç öğün yemek çıkacağını ve bir ailenin ortalama sofra masrafını hesaplamaya çalışıyordum. Ve işte o sırada, pazarın sol sırasında patatesleri gördüm. '5 TL' yazıyordu. Kilosu hem de. Acayip şaşırdım. Şoklar bununla sınırlı değildi tabi...

Malum, gerçek göreli olarak oluşuyor. Yani patatesin fiyatının pahalı olma algısı sadece patetesin fiyatı tarafından oluşmuyor insanın aklında.


Daha sonra muzu gördüm. Muzun pahalı olması algısı ise sanırım 20 sene öncenin çocuklarında kaldı. Ama o algı çocukken yerleşince bir kere gitmiyor işte...

Muzun, mutluluk veren hormanlar salgılattığına dair bir yazı okudum geçende. Ama muzu bu kadar güzel yapan şey, sadece bu hormonlar değil, bir de aklımızdaki o 'pahalı ve zor erişilir' meyve algısı bence. Diyeceğim odur ki, muzun kilosu 3 TL idi. Evet, patates muzdan pahalıydı. Yok artık!

Patatesin muzdan pahalı olduğu bir dünyadayız artık arkadaşlar. Ne kadar uzun sürer bilmiyorum. Belki konjonktürel bir şey (hala kabullenemiyorum gördüğünüz gibi) ama pazardaki genel yerleşimi de etkilemiş. Örneğin, eskiden yer seviyesinden biraz üstte çuvalla satılan, çokça toz toprak içindeki patates, artık önemli bir yiyecek olarak diğer pahalı arkadaşlarıyla aynı seviyede ve temiz bir şekilde tezgahlarda yerini almış. Deniz, 'patates hakettiği yere geldi' dedi.


Şu anda, Küba'da yaptıkları gibi Muz'dan çeşitli yemekler yapmak, patates yemeği yapmaktan daha ekonomik durumda. Yani bir devlet büyümüğüz çıkıp 'Patates bulamıyorlarsa muz yesinler' diyebilir durumda. Durun bakalım, daha neler görecez şu ömrü hayatımızda.


Efendim, patates ve muz üzerinden anlatmaya çalıştığım bu hikaye, aslında sebze ve meyve arasındaki hiyerarşiyi de etkilemiş. Fasulyenin kilosu 10 TL iken, Kivi'nin kilosu 3 buçuk TL örneğin. Dünya tersine dönüyor diyenler doğru söylüyor. Deniz, 'AKP sayesinde yerde yetişen sebzeler dalda yetişen meyvelerin üstüne geçti' dedi. Sonra eve döndük. Akşam oldu. Şu an biraz alışmaya başladım. Ne patatesmiş arkadaş.

Blogger tarafından desteklenmektedir.